Türkiye; onu 1980 öncesi, Ülkücü Gençlik Harekâtı’nın lideri olarak tanımıştı.
Köylü bir ailenin yoksul çocuğu olarak dünyaya gelmiş, Ahmet Yesevi’nin Anadolu’ya serpmiş olduğu, Alperenlik tohumlarıyla beslenmişti.
Yarım asırlık ömrü çilelerle geçti, çileli ve zorlu bir yolu seçmişti.
İnandığı davası büyük, öksüz ve yetimdi.
Sorumluluk mevkiinde bulunanların, devleti sorumsuz şekilde yönetmelerine, emperyalist güçlerin, ülke üzerindeki çirkin emellerine kayıtsız duramazdı. Gencecik omuzlarına Kafdağı kadar büyük bir yük yüklenmişti.
1980 ve öncesi yaşanan kardeş kavgasında, yapıcı ve birleştirici çabalar içerisinde oldu. Kavga ortamında geçen gençlik yılları, ona; kavgayla bir yere ulaşılamayacağını öğretmişti.
1980 öncesi yaşanan olayları seyredip, tedbir almayanların, darbe ile devlete el koymaları üzerine, hücrelerde yatırıldı.
İşkencelerden geçti, koskoca 10 yılı, hapishanelerde gasp edildi.
Sonradan kendisine “pardon” denildiğinde, devletine küsmedi, kırılmadı, ama gecikmiş adaletin adalet olmadığını anladı.
Darbelerin, gece baskınlarının, muhtıraların, kısaca tek kişinin yönettiği bir devlet modelinin, insani olmadığını da görmüş oldu.
Kendi ifadeleriyle, toprağı saksıda, köylüyü sinemada, çileyi edebiyat kitaplarında okumamıştı.
Hilale ve Gül’e sevdalanmıştı, bu uğurda hiç yılmadan, eğilmeden, yiğitçe bir mücadele verdi.
Ülkesinde, iktidara giden yolun para ve medya gücünden, dış destekten geçtiğini elbette ki biliyordu.
Namusuyla, ter temiz yerli ve milli bir hareket başlatmıştı.
Yine kendi ifadesiyle, “Biz hormonsuz Anadolu harekâtıyız” diyordu.
Özetle; ebter tohum olmadıklarının altını çiziyordu.
Hep siyasetin içerisinde oldu, siyaseti geçim kaynağı olarak asla görmedi. Siyaseti ülke için bitmez ve tükenmez bir fedakârlıkla çalışma aracı olarak değerlendirdi.
Siyaseti ; milletin derdiyle dertlenmek, milletin derdini anlamak ve milletin sorunlarını çözmek şeklinde anladı.
Akçeli işlere hiç karışmadı, haram lokma yemedi.
Türk – İslam kültürünün harmanladığı, erdemli, faziletli, ahlaklı bir kişilik olarak, Türk toplumu onu sevdi ve bağrına bastı.
Hayatını ülkesinin bütünlüğüne ve birliğine adamıştı.
Yaşarken bu düşüncesinin hayata geçtiğini göremedi, ama ölümünden sonra tüm yurtta özlediği bu birlikteliğin oluştuğuna hepimiz tanık olduk.
Anadolu insanı onu hep beğenip, takdir etti, buna rağmen, siyasi tercihlerini hep başka yerlere yaptı.
Dağıtılan siyasi rüşvetlerin seçim kazanmada etkin bir rol oynadığından yola çıkacak olursak, haram lokma ile işi olmayan Sn. Yazıcıoğlu’na sandıkta ilginin olmamasını anlayabiliriz.
Seçim sandıklarında kendisini iktidara taşıyacak destek ve oyu hiç almadığını biliyoruz. Öldükten sonra gönüllerin iktidar koltuğuna oturduğuna milletçe tanık olurken, servetin, şöhretin ve makamın gönüllere girmek için hiçbir şey ifade etmediğini anladık.
Toprağına, milletine son derece bağlı olan M. Yazıcıoğlu, ağırbaşlı, dürüst ve ilkeli duruşu ile gönüllerin iktidarını kazandı. Böyle bir iktidarı kazanmak hiçte kolay olmasa gerek.
Genç yaşında sonsuzluğun sahibine kavuşan Yazıcıoğlu’nun kaybı hepimizi derinden yaralayıp üzerken, ölümüyle de arkasında bir takım güzel düşüncelerin ve değerlerin oluşmasına vesile olması, son derece anlamlıydı.
Bu yiğit Anadolu çocuğunun aramızdan ayrılışı, kaybetmekte olduğumuz bazı kavramların ne kadar kıymet taşıdıklarını hatırlatması, ayrıca bazı güzel hasletleri koruduğumuzu da anlatması açısından oldukça anlamlıdır.
Muhsin başkan, bu ülke için güzel şeyler yaptı, ölürken bile bu hasbi düşüncesini topluma yansıtarak aramızdan ayrıldı.
O da her nefis gibi ölümü tattı ve kubbede hoş sedalar bırakarak özlediği aşkın güce, vatan-i aslisine döndü.
Sn. Cemil Çiçek’in dediği gibi “Türkiye adam gibi bir adamını kaybetti”
Miras olarak ülkesine temiz bir isim, milyonlarca seven ve pırıl pırıl Alperenleri bıraktı.
Yolun açık olsun Anadolulun yiğit ve mert evladı, seni Allah için kalben sevdik.
Seni asla unutmayacağız.
Şehit kanları ile sulanmış bu aziz vatan toprağında, gönül rahatlığı ile nur içinde yat.
FACEBOOK YORUMLAR